Derdimiz ne büyük!

Neyi dert eder insan kendine, ne yazar sıkıntı tabelasına? Dert nedir, ne dert edinilir? Mesela “saçım bugün hiçte güzel olmadı”, ” ceketim de biraz solgun gibi ama..” yahut “şunun giydiği şeye bak”… falan mı derdimiz. Şunun adı, bunun rengi, onun şekli mi? Buysa eğer, derdimiz yok ama en büyük dert biz olmuşuz demektir. Kendimizi dert etmeliyiz, zihniyetimizi, algılayışımızı dert edinmeliyiz. İsimlerin, cisimlerin, şekillerin sınırlarında boğulmuş, sıkışmışız demektir.

Olur mu canım demeyin, önce en yakın çevrenizden çapı genişleterek tüm dünyaya doğru açın ufkunuzu. Kendilerini hiç düşünmediğiniz hatta varlıklarını dahi hiç bilmediğiniz o kadar isimle, hemcinslerinizle karşılaşırsınız ki. Şaşırırsınız nerdeydi tüm bunların hepsi şuana kadar. Ne zaman çıktı, nerden çıktı şimdi bunlar dersiniz. Sanki bir tek siz vardınız, siz varsınız ve sadece siz olacaksınız. Ama öyle değil elbet, sizler ve bizler ve herkes birilerini, bir şeyleri bilse de bilmese de, düşünse de düşünmese de, anlamak istese de istemese de herkes burada, herkes bir yerlerde…

Kendimize o kadar sıkıştırmışız, o kadar kapamışız ki kendimizi. Kendimizden başkasını tanıyamaz, bilemez olmuşuz… kendimizi bildiğimiz de muamma… ama insanlar, farklı insanlar, hiçte bizim gibi olmayan, düşünmeyen, konuşmayan, yaşamayan, yaşayamayan belki insanlar var, yanı başımızda olmasa da bir yerlerde var… fakat insan küçültünce penceresini, pencerenin pervazının ölçüsü kadar görür çevresini ve evreni. Bu pencereyi büyütmeye, genişletmeye bir marangoz yahut usta değil bir vicdan, bir gönül, bir yürek, bir güzel muhasebe, bir güzel algı, bir geniş ufuk gerek… hepsi ancak insanda, insanın içinde ve tümü içsel eylemlerle faaliyete geçebilecek noktalar. Dışarıdan bir yönlendirme, dönüştürme ile canlanacak şeyler değil asla.

Bizim gibi olmayan, öteki gibi olmayan, onun bunun gibi olamayan bir sürü insan var, onlarca çeşit var. Her biri ayrı bir renk, ayrı bir güzel. Güzel de niçin o zaman tümünü aynılaştırma çabası? Farklılığı, değişikliliği sindirememe hissi neden? Hadi tanımadığımız, bilmediğimiz için korkuyoruz diyoruz, peki anlamaya, tanımaya neden çalışmıyoruz. İnsan tanımadığından, bilmediğinden korkar evet, fakat tanımayı istememenin ısrarına ne hacet…

Niye sınırlandırırız insanları, niçin şekle sokar kolayca yaftalarız, alanlarını belirleriz? Bir tek soru sormadan, anlamaya çalışmadan, hissi nedir bilmeden nasıl da sınıflandırırız öyle.

“Sen bu aralar ideolojime ters şeyler söylüyorsun, bağlarımız kopar ona göre,

Başında örtün mü var biz asla oturup konuşamayız seninle, yüzüne bile bakmam,

Ateist mi o çocuk, Allah muhafaza uzak durun ondan tövbe tövbe,

Eşcinsel olduğunu duydum aman aman sakının,

ya aslında iyi kız ama Kürt’müş….

Hiç o üstündeki pantolonuna uymuş mu, aman ne saçma öyle…

Sakın öyle bir şey söylemeyesin kötü olur, sustururlar…

Aman okuduğu kitaba, elindeki gazeteye bak şunun….”

…………………………………..

Nereye kadar, ne zamana kadar bu söylemler. Daha nereye kadar. Çok mu zor acaba kendine dışardan bakmak veya dışarıdakini kendinden görmek. Şöyle eleksiz bir şekilde, elemeden geçirmeden insanları anlamaya çalışmak. Neden hep farklılıklar üzerine durur da en ufak benzerliği sevgiyle ortaya çıkarmaya çalışmaz hatta görmek istemeyiz.

Pekala herkes insanoğluysa, neler oluyor bizlere? Hani insan hakları, adalet diyor birileri, kanunlar yapıyorlar, düzenler kuruyorlar, sistemler oluşturuyorlar “daha iyi yaşayalım diye”, daha iyi yaşayabiliyor muyuz dersiniz? Kavgasız, savaşsız, kansız mı dünya, coğrafyamız ve de ülkemiz! Maalesef.

Demek ki yazmak, çizmek, sistemler kurmak yetmiyor. Başka şeyler gerek. Bu başka şeylerse insanın kendi anlam dünyasında. Yazılan kelimelerin, cümlelerin, elle yapılmış tüm sistemlerin ötesinde, insanın kendi algısında. Bu algıya ulaşabilmek içinse, insan önce biricikliğine ve yine “vicdan”a varmalı. Çünkü olmadı ve hala olmuyor. Fırsat buldukça saldırıyor insan insana. İnsan önce kendi nedenini bilmeli. Nedeniz hepimiz?

E-posta adresiniz gösterilmeyecek. Gerekli alanlar * ile işaretlidir.

*