Liberal Değerler : Adalet

Liberal felsefe ve teoride adalet, bireylerin, kendi imkan ve yeterliliklerini, kendi özgür iradelerini özgürce ortaya koymalarının önüne geçecek dış müdahalelerden azade olmaları ilkesi olarak tanımlanabilir.

Buna göre, her birey özgür doğmuştur ve özgür yaşayacaktır. Her birey kendi sorumluluğuna sahiptir. Kantçı (insanın sahip olduğu bilginin aklın aktif katılımını varsaydığına dayalı felsefi düşünce şekli) manada her birey kendisinin amacıdır. Bu sebeple bireye kutsallık atfeden bir siyasal yaklaşım için bu bireyselliğin her türlü dış baskıdan korunması hayati önem taşımaktadır. Bir başka ifadeyle, bireyin güvence altına alınması, hem bireysel, hem de sosyal anlamda elzemdir. Dolayısıyla, bireylerin kendi kapasite ve yeterliliklerine saygı duyulması şart olduğu gibi bu kapasite ve yeterlilikleri serbestçe gerçekleştirmeleri de garanti altına alınmalıdır. Her bireyin bu hakkı güvence altına alınmadığı sürece, kuşkusuz bireyselleşmiş ve bireysel özgürlüğün hakim olduğu bir toplumsal yapının ortaya çıkması mümkün değildir.

Bu sebeple hukuk, liberal teori ve felsefede çok önemli ve hatta hayati bir sosyal kurumdur. Hatta bir devletin varlık nedenidir. Minimal devletin zikredilen diğer iki yükümlülüğü güvenlik ve savunma ancak bireylere aktif ve doğrudan bir kasıt olduğunda devleti veya devletin otoritesini temsil eden kurumları harekete geçirirken, hukuk, devletin aktif bir müdahalesiyle ortaya çıkmayan, sürekli ve daimi olarak devletin sağlamak durumunda olduğu bir nosyondur. Hukuk, bir taraftan devlete karşı vatandaşların haklarını korurken, diğer taraftan da bireyleri diğer bireylerden ve çeşitli kurumsal ve sosyal yapılardan korumaktadır. Sözleşmeye dayanan bir başka ifadeyle devletin bireylerin ortak yaşam için bir araya gelmelerinden ortaya çıktığını kurgulayan liberaller için hukuk yani adaletin hakim kılınması, devletin en önemli ve kritik görevidir. Hobbes’un devletsiz toplumda insanın insanın kurdu olduğu şeklindeki ünlü cümlesi doğru olsun veya olmasın, devletin mevcut olduğu bir ortamda “insan insanın kurdu değildir” önermesi devletin en önce sağlaması gereken ödevidir.

Burada sosyal adalet ile adaleti birbirinden ayırmak gerekir. Sosyal adalet, bireylerin kaçınılmaz olarak toplumsallık içinde yaşadıkları ve bu amaçla bireysel varoluşlarını bırakarak veya bireysel varoluşlarının yanında bir sosyal doku içinde bir araya geldiklerinden hareketle, bu sosyal dokunun bütünlüğünün sürdürülmesi için sosyal bir vazife olarak bu tür bir dengenin sağlanması gerektiğinden hareket eden bir nosyondur. Oysa liberal manada adalet bu tür bir sosyalliğe referans vermez. Adalet, bireyler merkezinde tanımlanır. Bunun daha ötesinde bir adalet nosyonu liberal teori açısından sadece yabancı değil aynı zamanda tanımsızdır. Adaletin bireyin kendisini var etmesine dayanan keskin ifadesi, Amerikan Bağımsızlığının “mutlu olma hakkı” sloganında yer aldığı üzere, bireyin kendisini özgürce ortaya koyması prensibine dayanır. Burada, “mutlu olma hakkı” bir bakıma veya bir tefsire göre pozitif bir adalet tanımıdır. Ancak, liberal adalet öncelikle negatif bir tanıma dayanır ve bireyin, kendisini gerçekleştirmede haksız ve kendi bütünlüğüne saldırı unsuru taşıyan müdahalelerden azade olması gereklidir. Ancak, burada kastedilen sadece fiziki bir müdahale değildir. Nitekim, “bireysel bütünlük” veya bireysellik, sadece fiziksel bir beden de (corpus) değildir. Yalnızca kişinin manevi bütünlüğü de değildir. Hatta daha geniş bir ifadeyle, toplum içinde bireyin kendisini geliştirme hakkıdır. Bunun radikal bir tanımını modern Amerikan liberallerinden Ackerman vermekle beraber bizzat Ackerman da pozitif bir adalet tanımının sınırlarına girmektedir. Ackerman, her ne kadar buradaki sosyallik gerçeğinin tanınmasını, büyük ölçüde sosyalliği bir realite olarak kabul etmekten ve adalet tanımını bu zemine oturtmaktan çok öteye götürmese de, adaleti sadece toplumsal tehditlere karşı bireyselliği savunmakla sınırlamamakta, hatta toplumsallık içinde anlaşılabilir görmektedir. Adaleti basit bir şekilde bireysel hükümranlıkla eşleştirerek en klasik liberal tanımı John Locke vermekle beraber, modern liberal adalet tanımına ilişkin tartışmaları tek başına belirleyen John Rawls olmuştur.

Adaleti en dar anlamıyla Locke gibi tanımlayan anlayışla (ki neo-Lockeçu bir anlayışı Rawls’un tezlerini çürütme amacıyla yazdığı 1974 tarihli kitabıyla Robert Nozick savunmuştur), liberal adalet tanımını giderek sosyal doku içinde bireyin gelişiminin açık tutulması adına pozitif bir alana çeken Green, Hobhouse gibi İngiliz sosyal liberalleri arasında bir taraftan adaleti bireysel dünyaların kopukluğundan uzaklaştırıp diğer taraftan da bireylerin dışında sosyalliği tanımsız gören liberal teorinin izinde sosyalleştirilmiş bir bağlamdan çekip çıkararak, mutlak bir bireysellik içinde tanımlamaya çalışan John Rawls, 1971 yılında kaleme aldığı kitabında adaleti, ?bir yandan tüm bireylerin tek tek kişisel bütünlüklerini güvence altına alırken, diğer yandan da bin kişilik bir cemaatte soyut olarak ortalama bir bireye adalet sağlamak yerine bin kişinin de tek tek bireyselliğini korumak’ olarak tanımlamıştır. Rawls adalet tanımını “hakkaniyet” kavramıyla bütünleştirmiştir. Burada adalet Rawls için sadece negatif bir adalet tanımı olmayıp, izole edilmiş bireylerin soyut olarak adaletlerini sağlamak değil herkesin “içine sinecek” bir şekilde bireyselliklerini serbest bırakan bir sözleşmedir. Sözleşmede herkes diğer bireylerin hakkaniyetini de kabul edecektir ki bunun için Rawls bir ilk durum sözleşmesi önermektedir. Bu sözleşmede herkesin toplumsal konum ve statülerinden habersiz sade bireyler olarak, bir başka ifadeyle henüz toplumsallaşmamış bireyler olarak bir uzlaşıya varmaları öngörülmektedir. Bu uzlaşı, bir daha değişmeyeceği gibi sosyal yapının üyeleri tarafından değiştirilmesi de teklif edilmeyecektir. Bu uzlaşı, aynı zamanda herkesin kendi bireyselliklerini güvence altına alması anlamına gelmekte ve üzerinde tartışılıp anlaşılacak mesele ancak kendilerine dışsal sebepler dolayısıyla muhtemel olarak ortaya çıkacak bireysel mağduriyetlere karşı bir supap sistemi oluşturmaktadır. Bu supap ise Kantçı bir noktadan hareket eden Rawls için “bireyin sonulluğu” ilkesiyle uyumlu olmak zorundadır ve devreye girmesi için ancak bireyin bütünlüğüne halel gelmesi gereklidir.

Sonuç olarak liberallerin adaletten anladığı “sosyal adalet” değil, bireylerin kendi gelişimlerinin güvence altına alınmasıdır. Burada herhangi bir sosyal unsura referans yoktur. Öte yandan dikkat edilmelidir ki aslında sosyal adalet talebine yol açan kaygıların çoğu farklı bir formülasyon içinde paylaşılmakta ve bireysel bütünlük hakkı çerçevesinde karşılanmaktadır. Ancak burada herhangi bir maddiyat boyutu yoktur. Devlet, çok istisnai durumlar dışında toplumun üretim sürecinden ortaya çıkan refah üretimine müdahale etmez ve bunu yeniden dağıtmaya kalkmaz. Zaten liberal teoride devletin böyle bir hakkı da yoktur. Burada adaletten anlaşılan bireysel hakkaniyete saygı ve bu hakkaniyetin teminat altına alınmasıdır.

* liged

entelektüel

Edebiyatı sever, şiir dinlemeyi sever, liberal ve politik bir kişidir.

2 comments

  1. amarat diyor ki:

    Murat,
    İstanbul’da isen, http://entelektuel.com/liberalizm-egitim-seminerleri-istanbul/ buyazıya bakmanı isterim.

    Ayn Rand’ın Unknown ideal kitabını askerde okuyordum. Askerlik yapılmaması gereken bir iş falan diye okurken kafayı ranzama vuruyordum :=)

    Bu arada senin liberalizm, liberal değerler ya da kapitalizm ya da farklı düşünceler ile ilgili yazıların varsa burada yayınlamaktan mutluluk duyarız.

  2. Murat diyor ki:

    Liberalizmi savunanlar bile bazan onun en eksik yanının “adalet” olduğunu sanırlar. Ancak durum hiç de böyle değildir. Ayn Rand “Capitalism:The Unknown Ideal” (Kapitalizm, Bilinmeyen İdeal) kitabında işte tam da bu nokta da -adalet- kapitalizmi cesurca savunuyor. Ve bütün delilleri bir bir kollektivistlerin yüzlerine çarpıyor.
    Esenlikler diliyorum.

E-posta adresiniz gösterilmeyecek. Gerekli alanlar * ile işaretlidir.

*