Liberal Değerler : Hukukun Hakimiyeti

Özgürlük ve hukuk ikiz kız kardeştir. Özgürlük sadece sağlam bir düzen içinde gerçekleşebilir. Özgürlüğü korumak ve yıkıldığı yerde yeniden inşa etmek, özgürlük aşıklarının ilk görevidir.” Friedrich Ebert

Bir babanın çocuklarına olan şefkat duygusu gibi, iyilikseverlik ilkesine dayalı olarak bir devlet kurulabilir. Bu tür bir paternal devlet sisteminde, çocuklar tamamen pasif olarak davranmaya ve nasıl mutlu olabilecekleri konusunda devlet başkanının kararlarına ve yargılarına uymak zorunda kalırlar.” Immanuel Kant

Birey haklarını ihlal etmek demek, onu kendi yargısının aksi yönünde davranmaya zorlamak veya onun değerlerini kamulaştırmak demektir. Esas olarak bunu yapmanın yalnız bir yolu vardır: fiziksel zor kullanımı. İnsan haklarının iki olası ihlalcisi vardır; suçlular ve siyasi yönetim.” Ayn Rand

Türkçe’de “Rule of law” bazen hukukun egemenliği, bazen hukuk devleti bazen de kanunun hakimiyeti kavramı olarak karşılık bulmaktadır. Hukukun hakimiyeti kavramı, son dönemde daha yaygın olarak kullanılmaktadır. “Rule of law” terimi hukukun egemenliği anlamına gelir. Yani hukuku olan devlet değil, hukukun egemenliği ile sınırlandırılmış devlet demektir.

Kanun hakimiyeti prensibinin kaynağı Yunan ve Roma hukukunda bulunabilir. Genel anlamda, bu prensibin ardında, insan yapımı hukuku aşan, her yerde ve her zaman, kadın-erkek herkese hitap eden bir evrensel hukukun olduğu inancı yatar. Ortaçağın sonlarına doğru ve özellikle Rönesans boyunca kanun hakimiyeti prensibi keyfi davranış veya sonuçları da keyfi olan yasamaya karşı başkaldırıyı ifade etmektedir.

Klasik liberalizmde devletin ortaya çıkışı ile ilgili spekülasyonlar devleti sınırlama amacına yöneliktir. Burada bir sözleşme üzerinde mutabık kalınması ön plana çıkmaktadır. Bu sözleşme, liberal düşünür Locke’un sosyal sözleşmesidir. Bütün sosyal sözleşme teorilerinde görüldüğü gibi, Locke’un teorisi de insanların siyasal toplum olarak örgütlenmeden önce doğa durumunda yaşadıkları varsayımına dayanmaktadır. Doğal halinde, insanlar doğa yasalarına ya da doğal hukuka bağlı olarak hareket etmektedir, aynı zamanda özgür ve eşittir. Ancak doğa, yasalarına uyulmadığı takdirde cezalandırma yetkisini kullanacaktır. Bu sebeple, insanların doğal hayattaki haklarını güvence altına almak kaydıyla meşruiyet kazanacak bir siyasal yönetimin oluşturulması gerekmektedir. Dolayısıyla, insanlar daha güvenli ve barışçı bir hayatı garanti edecek uygar bir siyasal topluma geçme ihtiyacı duymuş ve bu amaçla sözleşme yapmışlardır. Sözleşme ile insanlar kendi aralarında güç kullanma yetkisini devlete devretmiştir. Ancak siyasal yönetimin görevleri, doğal hayattaki “hayat, hürriyet ve mülkiyet” ve bunların türevleri olan hakları korumaktan ibarettir. Aksi takdirde, devlet varlık nedenine aykırı davranmış ve meşruiyetini kaybetmiş olur. Locke’un sözleşmesinde de vurguladığı gibi zor kullanma aracı olarak devletin gerekliliğinin kaçınılmaz olarak kabul edilmesi, bütün kanunların devletten kaynaklandığı ve devletin kanunlara uymayabileceği anlamına kesinlikle gelmemektedir. Doğal hukuk, devletten önce de vardır ve devleti de bağlamaktadır..

Locke’un sosyal sözleşmesi ile birlikte Montesquieu’nün “Kanunların Ruhu” (1748) adlı eserinde yerini bulan güçler ayrılığı düşüncesi, hukukun hakimiyeti prensibinin gelişimine katkıda bulunmuştur. Her iki filozofun devlet faaliyetlerinin ne olması gerektiğine dair ortaya koyduğu kriterler bakımından fikri zenginlik teşkil etmektedir. 19. yüzyılda ise Kant, klasik liberalizmin sınırlı devletin görevlerinin belirli bir ahlak anlayışını insanlara zorla dayatmak, belirli bir mutluluk anlayışını takviye etmek ve desteklemek olarak değil; yurttaşların özgürlüğünü, eşitliğini ve hukukun egemenliğini güvence altına almak olduğunu vurgular. Polis devletinin karşıtı olarak hukuk devleti deyimi ilk kez 1860’li yıllarda Bahr ve Gneist adında iki Alman hukukçu tarafından kullanılmıştır.

Hukuk devleti kavramını ilk olarak sistematik biçimde ele alıp inceleyen ünlü İngiliz anayasa hukukçusu Dicey’e göre, bu kavramın üç anlamı vardır: Bunlardan birincisi, keyfi iktidarın zıddı olarak hukukun mutlak üstünlüğüdür. İkincisi ise, herkesin eşit bir biçimde hukuka bağlı olmasıdır. Burada kavram, hukuk önünde eşitlik, yani bütün kişi ve grupların hukuka eşit olarak bağlı olması anlamına gelir. Son olarak ise, anayasanın, birey haklarından meydana gelmesidir..

20. yüzyılın önde gelen liberal filozoflarından F.A. Hayek’in hukuk ve siyaset teorisinin temel kavramlarından biri “hukuk devleti”dir. Hayek’e göre devlet, siyasal özgürlüğün başlıca güvencelerinden biridir. Hayek’e göre hukuk devleti idealinin başlıca dört gereği vardır. Bunlardan birincisi, yasaların genel ve soyut kurallar niteliğinde olmasıdır; yani yasalar belirli kişilere yönelik emirlerin aksine, herkese yönelik olmalıdır. İkinci olarak hukuk devleti yasaların herkesçe bilinir ve kesin (açık-seçik) olmasını gerektirir. Üçüncü şart ise, herkesin hukuk nazarında eşitliğidir. Hukukun genellik, kesinlik ve eşitliği, özgürlüğün korunması bakımından son derece önemli şartlardır. Sonuç olarak, kişi haklarına müdahale eden idari takdire dayalı cebri işlemlerin bağımsız mahkemelerce denetlenmesi gerekir..

Liberalizm, devleti özgürlüklerin önündeki en büyük potansiyel engel olarak kabul etmektedir. Yetkisi ve ekonomik kaynaklara müdahalesi itibariyle sınırsız bir devlet, Hayek’in ifadesiyle, “bir çeteden farksızdır“. Bir toplumun en geniş organizasyonu ve hiyerarşik olarak en yüksek otoritesini devlet oluşturduğu için, devletin mutlak anlamda sınırlandırılması gerekmektedir.. Liberalizme göre, “hükümetin şeklinin ne olduğu (anayasal krallık ya da demokrasi) sorusu, bu hükümeti bağlayan kuralların mahiyetinden daha az önemlidir.. Burada kast edilen, bir kanunun çoğunluğun ya da onun kontrolündeki parlamentonun eseri olmasının, bu kanunun baskıcı olmayacağı anlamına gelmez. Bu noktada ortaya çıkan bir ayrım demokrasi ve liberalizm arasındadır. Demokrasi, egemenliğin kimde olduğu ve kanunların nasıl yapılacağı ile ilgiliyken, liberalizm egemenliğin nasıl kullanıldığıyla ve kanunların içeriğiyle alâkalıdır. Devletin doğuşuyla ilgili görüşleri ne kadar farklı olursa olsun, anarko-kapitalistler dışındaki klasik liberal yazarlar devlete aynı sınırlı görevleri yüklerler: Adalet, iç güvenlik ve ulusal savunma. Başka bir deyişle, mahkemeler, polis ve ordu. Bu görüşe göre, devletin sosyal adaleti sağlamaya yönelik yeniden dağıtımcı politikalar izlemesi ise sakıncalı kabul edilmektedir. Piyasa ekonomisi içinde oluşan gelir dağılımının “gayri adil” savı ile devletin daha adil olduğuna inanılan ölçütlere göre yeniden dağıtım işlevini yerine getirme isteği hem gerçekleştirilemez hem de bireyin hak ve hayatına müdahale niteliği taşımaktadır. Dolayısıyla, devletin, bu üç fonksiyonun sınırlarını aşan ölçülerde zor kullanmasını önlemek için genel, soyut kurallarla bağlamak gerekir.

Hukukun hakimiyetinin nihai anlamı, yönetilenler üzerinde kişilerin değil kanunların egemen olmasıdır. İnsanların beşeri ilişkilerinde ihtilaf çıktığında ihtilafın tarafının kimler arasında olursa olsun son sözü söyleyenin kişiler değil; soyut, eşit, genel kurallar olduğu yerde hukukun hakimiyeti var demektir. Hukukun hakimiyetinin amacı keyfi, dolayısıyla despotik gücün yerinin hukuka bağlı ve hukukla sınırlı güç tarafından alınmasıdır.. Hukuk devletinin en önemli unsurlarından biri kişilerin temel hak ve hürriyetlerinin hukuken tanınması ve korunma altına alınmasıdır. Temel hak ve hürriyetlerin tanınması, her şeyden önce bunların güvence altına alınmasıyla birlikte anayasal düzenlemeye kavuşturulmasıyla oluşmaktadır. Ayrıca temel hak ve hürriyetlerin fiilen kullanılabilmesi ve gerçekleştirilebilmesi için gerekli kanuni düzenlemelerin de yapılması gerekir.

Devlet faaliyetlerini meşrulaştıran “kamu yararı” gerekçesi liberallerin karşı çıktığı bir kavramdır. Öncelikle “iyi”, ancak tek tek bireyler için söz konusudur, birinin yararına olan diğerinin zararına olmaktadır. Toplumun geneli için ortak yarar kapsamına alınabilecek hizmetler oldukça sınırlıdır. Ortak bir iyi, toplumun üyelerinin bireysel iyiliğinden üstün olarak düşünüldüğünde, bir kesimin iyiliği için diğerlerinin ya da azınlığın kurban edilmesi ve ortak iyi düsturuna boyun eğmesi anlamına gelmektedir. Bu sebeple, “kamu yararı” kavramı, devletin yeniden dağıtımcı rolüne bürünmesinin haklı gerekçeleri olamaz. Ayrıca devletin faaliyetlerinin artması büyük bir bürokratik mekanizmayı da doğurmaktadır. Atanmışlar (bürokratlar), çoğu zaman seçilmişlerden (politikacılar) daha güçlüdür ve devletin otorite ve yetkisini en geniş ölçüde kullanmaktadırlar. Bürokrasinin sınırlandırılması sorunu, bürokratların kişisel özelliğinden değil, siyasal rejimin karakterinden kaynaklanmaktadır. Totaliter sistemlerdeyse, bürokrasinin hakimiyeti tahakküme dönüşmektedir.


Stefan Menlik, “Kanun Hakimiyeti Prensibinin Anlam ve Önemi”, Liberal Düşünce Dergisi, Sayı:10-11, Bahar-Yaz 1998, s.113.

Atilla Yayla, Liberalizm, Liberte Yayınları, 2002 (Dördüncü Baskı), s. 204.

Bülent Nuri Esen, Anayasa Hukuku, Ankara, 1970, s.304.

Mustafa Erdoğan, Anayasal Demokrasi, Siyasal Kitapevi, 2001 (Gözden Geçirilmiş Dördüncü Baskı), s. 98.

Ömer Çaha, Dört Akım Dört Siyaset, Kadim Yayınları, 2004, s. 46

Norman Barry, Yeni Sağ, Tisamat, Çev: Cevdet Aykan, 1989, s.65.

Atilla Yayla, Siyaset Teorisine Giriş, Liberte Yayınları, 2002, s. 143.

Yavuz Atar, “Türkiye’nin Hukuk Devleti Sorunu: Hukukun Evrensel Üstünlüğüne Karşı Devletin Anayasal Üstünlüğü”, Liberal Düşünce Dergisi, Sayı:24, Güz 2001, s. 169.

*liged

entelektüel

Edebiyatı sever, şiir dinlemeyi sever, liberal ve politik bir kişidir.

E-posta adresiniz gösterilmeyecek. Gerekli alanlar * ile işaretlidir.

*