Liberal Değerler : İnsan Hakları

Bugün, siyasi yelpazenin sağından soluna kadar hemen herkesin kimi zaman demokrat ve Voltairevari (?Senin görüşlerine katılmıyorum, ama görüşlerini ifade edebilmen için gerekirse canımı vermeye hazırım’) bir yaklaşımla; kimi zamansa başkalarının haklarını dikkate almaksızın salt kendi haklarını korumak amacıyla diline doladığı insan hakları, artık küresel dünyanın vazgeçilmez ve hatta en önde gelen unsuru haline gelmiştir. Bu noktaya gelinmesiyse gerek ülkemizde gerekse dünyanın dört bir yanında insanların klasik ve katı görüşlerini değiştirmeleri, hatta dönüştürmeleri neticesinde gerçekleşebilmiştir. İnsan haklarının, evrensel bir bildiriden kaynaklanıp, küresel bir kavram haline gelmesi, aynı zamanda bireyin kendi varlığının ve buna binaen kendi öz haklarının farkına varması anlamına gelmektedir. Bu da sosyolojik ve siyasi olarak insanoğlunun yaşadığı kaçınılmaz evrimin bir neticesidir. Zira, insanlar, birey olduklarının farkına varıncaya değin tanrılara, tanrı-krallara, cemaatlere ve diğer kolektif yapılanmalara tabi olarak yaşamak durumunda kalmıştır ya da bırakılmıştır. İnsanoğlunun kabilevari bir komün, ilkel yaşam biçiminden, feodal ve beraberinde kentli bir hayata geçişi, içinde bulunduğu sosyal sınıfın değişmesini ve insanın yeni bir kimlik yaratmak suretiyle, kendisini yeniden tanımlamasını doğurmuştur. Aydınlanma süreciyle birlikte hız kazanan bu evrimsel süreç, beraberinde monarkların ve otokratların ortadan kaldırılmasını ve bireyin kendi kendisiyle yüz yüze kalmasını sağlamış ve birey, insanlık tarihinde belki de ilk defa olarak, birey olduğunu idrak edebilmiştir. Bu noktadan hareket edildiğinde, insan haklarının aynı zamanda bir modernite projesi olduğu da net bir şekilde görülecektir.

İnsan hakları konusunun bu denli öne çıkışı ve buna paralel olarak bireyin ön plana gelişi, bu tarihsel perspektif dikkate alındığında, insan, daha doğru bir ifadeyle birey haklarının, insanın akıl denilen temel melekesinin bir ürünü olduğu gibi, bireyin bundan sonra aklı terk etmemesi gerektiğini de net bir şekilde gözler önüne sermiştir. Zira, insan aklı bir kenara ittiğinde, tüm tarih boyunca kendi yarattığı medeniyetleri ve kendi türünden canlıları (hominidleri) yok etmiş ve bunun acı sonuçlarına da katlanmak mecburiyetinde kalmıştır. İnsanoğlu, Grek filozofları Aristo ve Platon; Helenistik dönemin Stoacıları ve Cicero gibi Roma devlet adamlarının ve Hıristiyan filozof Aquinalı Thomas’ın inandığı, Tanrı’nın var ettiği ve muhafaza edilmesi gereken, Doğal Düzen ve tabiat kurallarının insan aklıyla birleştirilmesine dayalı bir evrensel doğrular sistemiyle, insan hakları kavramıyla tanışma imkanı bulmuş ve insan hakları bu kök üzerinde yeşermiştir. Nitekim, insanlığın bu ilahi ve akli konsensüsü bir kenara bırakıp, aklı ve bunun beraberinde bireyi ezmeye başladığı dönem, düşüncenin suç sayıldığı, Orta Çağ karanlığına gömülü bir Engizisyon dönemini beraberinde getirmiştir. Nitekim, Batı’nın Aydınlanma diye andığı hadise, aslında eski Stoacı-Doğal Düzenci Helen ve Roma kültürüne dönmesi ya da bu kültürü yeniden canlandırması; yani aklı yeniden devreye sokmasıdır. Akıl, insan haklarıyla bu kadar yakinen bağlantılı bir unsur olduğu gibi, tarihsel gerçekler göz önüne alındığında, dünyanın aynı anda topyekün aklı bir kenara attığından söz etmek kesinlikle doğru değildir. Zira, Avrupa’nın geniş bir bölümünde, Engizisyona ve şüpheye dayalı bir gayriakli dönem yaşanırken, Ön Akdeniz (İslam-Levanten) bölgesinde tam bir düşünce ve ticaret özgürlüğü ve bunun beraberinde aklı, özgürlüğü ve zenginliği öne çıkaran bir Aydınlanma Dönemi yaşanmaktaydı. Bu görüntünün bugün tam aksi bir seyir izlemesi, aklın insan hakları üzerindeki etkisi ve bununla bağlantısı dikkate alındığında, hiçbir şekilde tesadüfi değildir. Akıl, hangi uygarlığın referans noktası olmuşsa, o uygarlıkta özgürlük ve zenginlikten bahsedilebilmiştir. Nitekim, İlk Çağın Doğal Düzencilerinin hedeflediği gerçekçi anlayış da budur. Bu anlayışı yeniden kucaklamada diğer birçok düşünürün yanı sıra, John Locke ve Thomas Hobbes gibi düşünce adamlarının bizleri Doğal Düzene ve akılcı bir uygarlığa geri dönmeye, dolayısıyla, insan olduğumuz için haklarımız olması gerektiği hakikatine kavuşturmada oynadıkları rolleri unutmak mümkün değildir. Böylelikle insan, kendisine, kendi öz değerlerine de dönmüştür. Nitekim, Latince’de insan humus ya dahumanitus kelimeleriyle anılmaktadır. Bu kelimeler, insan anlamına geldiği gibi, toprak, kültür, hoşgörü gibi anlamlar da içermektedir. Bir başka ifadeyle İnsan haklarının bizzat kendisi doğal ve hoşgörüye dayalı bir kültürü yansıtmaktadır. İnsan haklarının, karanlık bir dönemi, kendisine yaşattığı yangınların küllerinde bırakıp, yeniden gündeme taşınması, beraberinde Amerikan ve Fransız Devrimlerinde de görüldüğü üzere ?eşitlik’ ve ?özgürlük’ gibi iki önemli değeri daha ortaya çıkarmıştır. Nitekim, Fransızların İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi’nde açıkça ?Bütün insanlar, hakları açısından, doğal olarak özgür ve eşittir’ sözleri net bir şekilde yer almaktadır. Aslında burada da Doğal Düzen yasaları kendisini göstermektedir. Zira, mademki insanoğlu doğal olarak haklara sahiptir, eşittir ve özgürdür; o zaman insanoğluna ?insan’ gibi davranılması gereklidir. Bu da, modernitenin yarattığı ortamda devlet-vatandaş ilişkilerinin vatandaşları, devletin zorlama ve adaletsizliklerine karşı koruyacak bir sosyal sözleşmenin varlığını kaçınılmaz kılmaktadır. Bu noktada ise, devlet-vatandaş; daha doğru bir ifadeyle devlet-birey ilişkilerinin bireyden yana düzenlenmesinde Liberal düşünce ve Liberaller tarihsel bir rol üstlenmişlerdir.

Öte yandan, İnsan Hakları bugün her zamankinden daha önemli olduğu için, bir yandan daha fazla insan hakkı talep edilirken bir yandan da daha fazla insan hakkı ihlali net bir şekilde gözlenebilmektedir. İnsan Haklarının bugün geçmişten çok daha ön planda oluşu, esas itibariyle, ifade edilen Liberal tarihsel rolün bir neticesi ve yansımasıdır. Ancak, insan hakları konusu, zaman içinde çok farklı değerlendirmelere tabi olmuştur. Nitekim, Hobbes, Locke ve Kant gibi düşünürler, evrensel haklara ilişkin muhtelif teorilerle ortaya çıkarlarken, Bentham ve Marx gibi düşünürler bu hakların varlığı hususunda şüpheci eleştiriler getirmişlerdir. Keza, Mill ve Rousseau gibi düşünürlerse, doğal haklar teorisini önemli ölçüde haklı bulmakla beraber, hakların toplum içinde ne şekilde uygulanacağı konusunda farklı görüşler beyan etmişlerdir. Mary Wollstonecraft gibi öncü bir feminist ise, insan haklarının erkeklerin yanı sıra kadınları da içine alacak ve kadın-erkek eşitliğini tesis edecek şekilde yeniden tanımlanmasını talep etmiştir. İnsan hakları, çeşitli düşünürlerin önemli görüşleri çerçevesinde yeniden tanımlanırken, bizleri ister istemez belli bir noktaya doğru itmiştir. Bu da, insan haklarının varlığından söz edilebilmesi halinde, bizim, bu hakların neler olduğunu açıkça ortaya koymamız ve bu hakların kabulüne ilaveten, insan haklarına ne şekilde saygı gösterileceği ve bu hakların nasıl korunacağı sorularına cevap aramamız sonucunu doğurmuştur. Tarihsel tabanı akla ve bireye dayalı olan insan hakları, geride bıraktığımız yüzyılın başlarında yükselen değerler olarak ortaya çıkan otoriteryen ve totaliteryen faşist, nasyonel sosyalist ve komünist ideolojiler altında ciddi anlamda ezilip kısıtlanmışsa da, bu temel, söz konusu despot ideolojilerin tarih sahnesinden çekildiği ve hala bir anlamda çekilmekte olduğu bir ortamda, sivil ve siyasi haklar olarak, bu sefer geçmişten çok daha güçlü bir şekilde, geri dönmüştür. Bugün insan haklarını ister Liberal siyasi ve ekonomik hak ve özgürlükler olarak; ister eşitlikçi sosyal adalet anlayışının bir yansıması olarak görelim, insan haklarının yol aldığı mecranın her geçen gün daha büyük ve küresel olduğunu kabul etmeliyiz. Bugünün düşünürleri için, bu küresel insan hakları projesi, kuşkusuz çok büyük önem arz etmektedir. Jacques Derrida gibi bir evrensel düşünür, insan haklarını kişilerarası ilişkilerde, kişinin kendisi ve ötekini algılamasında temel bir unsur olarak görmekte; ötekinin özgürlüğü ve farklılığını insan haklarının insan onuru ve itibarını yansıtacak şekilde inşa edilmesi için temel unsur olarak görmektedir.

Dünya eskisine göre daha az anti demokratik yönetimlerin bulunduğu bir dünya bugün. Ancak insan haklarının gerçek manada evrenselleştirilmesi, hatta bir şekilde küreselleştirilmesi henüz tamamlanmış bir süreç değil; ancak insan oğlunun tarihi boyunca insan haklarını bu kadar çok anladığı ve dile getirdiği başka bir dönem de yok gibi. Türkiyeyi de kuşkusuz bu sürecin dışına itmemek gerekir. Ülkemiz, Avrupa Birliği süreci çerçevesinde artan sivilleşme ve liberalleşmeye dayalı olarak daha fazla insan haklarına vurgu yapıyor. Ancak, burada bir an için durup düşünmekte de yarar var. Zira, çoğu zaman insanlar insan haklarını kendileri için istiyorlar. Bu ülkede sayısız parti lağvedilirken seslerini çıkarmayan kişiler, ancak kendi partileri de aynı akıbete uğradığında insan haklarına ve demokrasiye sarılmaktadırlar. Keza, hiç kimse kendisiyle doğrudan alakalı olmadığı sürece bir bireyin hak ve özgürlüklerinin ihlal edilmesine karşı tavır almazken, ancak kendisine doğrudan bir tehdit olduğunda bu tavrı alarak, bir anda insan haklarından nasibini talep ediyor. Üzücü olan, insan hakları için çalıştığını söyleyen çok sayıda sivil toplum örgütü ve vakfın da ancak belli kesimlerin haklarını savunmakla insan haklarını savunduklarını sanmalarıdır. Dolayısıyla insan hakları, ancak kendi evinizde yangın olduğu vakit arayacağınız bir itfaiye şeklini almamalıdır. Bu durum son derece çifte standartlı ve tehlikeli bir sonucu beraberinde getirmektedir. Bu da bazı bireylerin salt kendi çıkarları için diğer bireylerin hak ve özgürlüklerini ihlal eden bir devletle uzlaşması ya da bu devlete karşı bir tepki göstermemesidir. Sivil toplumun da kırılma noktası budur. Nitekim, ülkemizdeki sivil toplum anlayışı da ne yazık ki, bu sarmaldan çıkamadığından gerçek bir sivil toplum yerine, ancak göstermelik bir yapay sivil toplum inşa edilmektedir. Oysa insan hakları hepimizin haklarıdır. Liberal bir anlayışın, insan hakları söz konusu olduğunda Voltaire’in ?yukarıda anılan ahlaki prensibine dayalı olması gerekiyor, esasında tek ciddi ve dürüst anlayış da bu gibi; zira aksi taktirde yalnızca kendisi için insan hakları talep etme sarmalı bugün olduğu gibi her zaman bizi kuşatmak için hazır bekliyor. Dolayısıyla bizler de hepimiz birer Derrida olup, “Öteki” için özgürlük ve hak aramalıyız

*liged

entelektüel

Edebiyatı sever, şiir dinlemeyi sever, liberal ve politik bir kişidir.

E-posta adresiniz gösterilmeyecek. Gerekli alanlar * ile işaretlidir.

*